31 Ağustos 1914 günü Osmanlı Devleti,
Almanya'nın yanında Birinci Dünya Savaşına girdiğinde; İngiltere Savaş
Bakanı Lord Kitchener bir açıklama yaparak: "Türkiye'yi yok edinceye ve
tarih sahnesinden silinceye kadar savaşacağız.." dedi.
Aradan bir yıl geçmeden Çanakkale'de büyük bir hezimete uğradılar.
Atatürk ve Türk milleti yine büyük bir mucize yaratmıştı. İngiltere ve
müttefikleri şaşkındı. Köhne ve hasta bir devlet bütün ordularını
tarumar etmişti. Beklenen bu değildi. Hayâl-i sükut derindi...
Bu büyük yenilgiden sonra İngiltere parlâmentosu toplanarak 'Çanakkale
hezimetini' bütün aşama ve ayrıntıları ile görüştü. (1916) Saatler süren
öfkeli, sinirli, gergin ve heyecanlı oturum boyunca milletvekilleri
Başbakan David Lloyd George'u (1) hedef alarak en ağır şekilde eleştirip
suçladılar. Korkunç ve acımasız hücumlar yönelttiler. Başbakan bütün
konuşulanları olanca sükunetiyle sonuna kadar dinledi.
Nihayet, elinde bir kitapla kürsüye çıktı.
Elindeki kitap Kur'an-ı Kerim di...
Kendisine ve orduya yöneltilen eleştirilere, çok kısa ve öz olarak şöyle
cevap verdi:
"Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz ? Bu, Türklerin taptığı kitaptır.
Kuranı Kerim... Biz bu milleti tam 300 yıldır bu kitaptan ayırmaya ve
dinlerinden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Demek ki başaramamışız. Zira, bu
kitap Türk'lerin elinde olduğu ve onlar bu kitaba göre amel ettiği
(yaşadığı) sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de
Türkleri yenemezler. Ne vakit ki, onları bu hayat ve kuvvet
kaynaklarından soğutur, uzaklaştırır ve ayırırız, işte o zaman Türkleri
yenmek dünyanın en kolay işi olacaktır" dedi. (2)
Bunu lütfen not ediniz ve asla unutmayınız.
Size başka bir misal daha vereyim. Çok önemli ve özgün. Daima
hatırlanması ve asla akıldan-hatırdan çıkartılmaması gerek. Zira,
yaşadığımız günlerde bu hakikatler kulağımıza küpe olmalı.
Hani, 1820'lerde Fener Rum Patriği olan Papa V. Gregorius, dönemin Rus
Çarı'na Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazmıştı.
Mektuptan Padişah II. Mahmut her nasılsa haberdar oldu. Sürüp giden
yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, cürümleri nedeniyle patriğin suç dosyası
zaten çok kabarıktı. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin
kapısında asılarak idam edildi. İşte o mektup:
"Türkleri, maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok
sabırlı ve mukavemetli (dayanıklı, imanlı-şuurlu) insanlardır. Gayet
mağrurdurlar. Onurlu ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de,
dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an'anelerinin
kuvvetinden; Atalarına, Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine
olan bağlılık itaat, teslimiyet ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
Türkler zekidirler, namuslu ve dürüsttürler ve kendilerini müspet yolda
sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de
çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ
kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları' da
an'anelerine (örf, adet, töre, kültür ve geleneklerine) olan samimi
bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri
gelmektedir. Bu nedenle, Türklerde, evvelâ ve mutlaka itaat ve sadakat
duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini metanetlerini zaafa
(zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, milli
ve manevi ananelerine (değerlerine) uymayan harici fikirler ve
davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler, dış yardımı reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir. Velev
(hattâ isterlerse) ki, geçici bir süre için dahi zahiri (görünen) kuvvet
verse de, Türkleri mutlaka dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatlarının sarsıldığı ve Kur'an dan soğutulup İslâm'dan
uzaklaştırıldıkları gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli,
kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim kudretler önünde zafere
götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile
yıkmak kolaylıkla mümkün olabilecektir.
Bu sebeple, Osmanlı devleti'ni tasfiye için mücerret (soyut) olarak
(yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve
hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet, onur ve vakarını
(ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de
sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu
tahribatı, her ne pahasına olursa olsun tamamlamaktır."
Patrik'in mektubu; İznik Konsülleri tarafından aynı konuda alınan
kararlar ile örtüşür. Yol gösterir (Türk düşmanlarını kurgular) tarzda
ve İngiliz Başbakanı David Lloyd George'u doğrular niteliktedir. Bu
mektup, özellikle, kendini Bizans'ın hamisi sayan ve SSCB'ne kadar
Bizans bayrağını kullanan Çarlığa 'bahusus menfur projeyi' ilham eder.
Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün Batıya
açılır, anlatılır ve paylaşılır. Kısa sürede benimsenir ve uygulamaya
konulur. (3)
Bu hususu açıkça teyit ve tasdik ederek,Türk milletine geleceğe matuf
'yol gösteren' çok önemli bir vecize ve hattâ, aklı başında "milli
vicdan" sağlıklı, ilmi düşünce ve iman sahiplerine vasiyet niteliği arz
eden bir belge de Atatürk' den. (6 Mart 1922-Atatürk)
Belge aynen şöyle:
"Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak için, insan olmak için, mutlaka
Avrupa' dan nasihat almak; Bütün işleri Avrupa'nın emellerine uygun
yürütmek, bütün dersleri Avrupa' dan almak gibi birtakım zihniyetler
ortaya çıktı.
Oysa; Hangi istiklâl vardır ki, yabancıların nasihatleri ile
yabancıların plânları ile yükselebilsin ? Tarih böyle bir olay
kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli
sonuçlarla karşılaşmışlardır.
İşte Türkiye'de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler
yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş ve
daha çok düşmüştür.
Bu düşüş ve alçalış, yalnız maddi şeylerle olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
Ne yazık ki, Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından düşüyor.
Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu 'maneviyatı' yla sona eren
bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu'yla Batı'nın birleştiği yerde
bulunduğumuz, Batı'ya yaklaştığımızı zannettiğimiz taktirde, asıl
mayamız olan Doğu 'maneviyatı' ndan tamamiyle soyutlanıyoruz.
Hiç şüphesizdir ki, bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma
çıkmazına itmekten başka bir sonuç beklenemez bundan...
Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, acizlikle başlamıştır.
Türkiye'nin, Türk halkının nasılsa milletin başına geçmiş olan birtakım
insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkummuş gibi Türkiye'yi
âtıl ve çekingen halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının
gereğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler.
Türkiye'de, fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı.
Diyorlardı ki: "Biz adam değiliz ve olamayız da. Kendi kendimize adam
olmamıza imkân ve ihtimal yoktur..."
Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman
olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak
istiyorlardı ve "Onlar bizi idare etsin" diyorlardı... (4)
Mustafa K. ATATÜRK,bu söylevi ile geleceğe ışık tutmuş, muhtemel AB
stratejileri ve olmazsa olmaz 'Türkiye kriterleri' konusunda ilke
koymuş, hedef tayin etmiş, günümüzün aciz, zavallı, milli direnç, manevi
bilinç, azim-irade ve kararlılıktan yoksun, mevtadan farksız
siyasilerinin (gerçeği görsünler diye) önünü açmış ve yollarını
aydınlatmıştır.
Başta NUTUK olmak üzere, Atatürk ile Cumhuriyetin 'kurucuları' olan
diğer dava arkadaşlarının vecize, emanet ve vasiyet niteliğini haiz söz,
ilke, inkılâp ve eylemlerine baktığımız da ise; İki önemli tarihi
gerçeğin her vesile ile açıkça vurgulandığını görürüz.
1. Osmanlı Devleti'nin; Batılılar ile içimizdeki dahili ve harici
bedhahların ısrarla iddia ve ifade ettikleri gibi "samimi dindarlık,
mütedeyyin Müslümanlık, İslâm'ı tavizsiz ve ivazsız olarak yaşamak ve
uygulamaktan" mütevellit olmak üzere değil; Tam tersine, "Dini; siyasi,
iktisadi, sosyal ve kültürel çıkarlarına alet etmekten, softalıktan, bu
amaç, hırs ve ihtirastan dolayı dine hurafe sokmaktan, fitne-fesada alet
etmekten, din ticareti ve takiyye yapmaktan ve apaçık bir halde din' den
uzaklaşıp, Kuranı ve İslâm'ı terk etmekten" Ayrıca, içimizdeki hain ve
batı medeniyeti yanlısı imanı olgunlaşmamış, zayıf, haysiyetsiz, onursuz
ve hain ruhlu dönme, devşirme, gayrimüslim, Yahudi, mason, sabetaist ve
misyonerlere çok yumuşak davranıp, taviz vermekten dolayı bu hallere
düştüğünü;
2. Türk insanı ve milletinin temelinde-mayasında, özünde var olan
kahramanlık ve yüksek Türk medeniyetinin bir gün galip gelmesinden
çekinen ve korkan; Gaflet, dalâlet ve hıyanetle malul, 'hükümetlerde
hakim, Padişâha yakın, mevkii ve makam sahibi' dönme, devşirme,
sabetaist, mason
ve misyonerlerin, en az 300 yıldan bu yana, milli, ilmi, manevi, İslâm'a
ve Kuran'a dayanan kültürel değerleri yok etmek ve ülkeyi Batı'nın
emrine peşkeş çekmek arzu, emel, eğilim ve ihtirası ile kıvrandıklarını;
Bütün dini kurum, okul ve kolejleri bu menfur amaçla temin ve tesis
ettiklerini; Ellerinde bulunan her türlü devlet imkân ve kaynaklarını bu
amaç uğruna
kullandıklarını; Çok iyi biliyor ve görüyordu.
Bu nedenle O; "Türklüğün medeni vasfı, elbet bir gün âtinin (geleceğin)
ufkunda bir güneş gibi parlayacaktır" inancı, azim, irade ve kararlılığı
ile yola çıktı. Bu samimi inanç, iman ve bilinçle muvaffak oldu.
Zaferler kazandı. Cumhuriyeti kurdu. Kurduğu cumhuriyeti gençliğe emanet
ederek; "Cumhuriyeti kuranlar, O' nu daima (ebed-müddet) korumakla
memur ve mükelleftirler" diyerek, bütün milleti ve milletin doğal bir
yansıması olan Türk Askeri "Mehmetçiği" (orduyu) yetkili ve görevli
kıldı.
Kurucu Lider ve Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK, yine aynı hususları
tasdik ve geleceğe yönelik olarak 'millete tavsiye' mahiyetinde şöyle
der:
"HAKİKATİ KONUŞMAKTAN KORKMAYINIZ!
Milletin varlığını devam ettirmek için fertleri, arasında düşündüğü
müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş,
yani millet dinî ve mezhebî bağlar (ümmetçilik) yerine Türk milliyeti
bağı ile fertlerini toplamıştır.
Asıl olan iç cephedir.
Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir.
Zahîrî-dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı
cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu
hal hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan,
memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin
düşmemesidir. Bu hakikati bizden iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi
yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar
muvaffak da olmuşlardır.
Sonsuz bir özgürlük tasavvur olunamaz; hakların en büyüğü olan hayat
hakkı bile mutlak değildir.Fertlerin hürriyetini masun tutmakla mükellef
olan insanların, diğer taraftan devletin de irade ve hakimiyetinin
kötürüm bir hale gelmemesine çok dikkat etmeleri lâzımdır. (Zira)
Fertlerin hürriyeti, devletin hakimiyet ve iradesinin saklı kalışına
bağlıdır.
Devlet iradesi kötürüm olursa, fertlerin hürriyetlerini koruyacak hiçbir
kuvvet ve vasıta kalmaz.
Bütün dünya bilmelidir ki, Türk Milleti hakkını, haysiyet ve şerefini
tanıtmaya kaadir (muktedir) dir. Türk vatanının bir karış toprağı için
bütün millet tek vücut olarak ayağa kalkar. Haysiyetinin bir zerresine,
vatanının bir avuç toprağına vuku bulacak bir tecavüzün, bütün varlığına
vurulmuş darbe olacağını artık Türk milletinin fark etmediğini sanmak
hatadır.
Saygısızlığın ve tecavüzün küçüğü büyüğü yoktur.
Hükümetlerin icraatları menfi olup da millet itiraz etmez ve iktidarı
düşürmezse, bütün kusur ve kabahatlere katılmış demektir. M. Kemâl
Atatürk"
Millete emanet de, vasiyet de budur.
Büyük Türk Milleti (!) bu kat'i hakikatleri hafızasına nakşetmek,
kazımak, her daim hatırlamak ve asla unutmamak zorundadır. Bu milli
vazifeyi unutmamak 'nisyan ile malul' olmaktır.
Nisyan (unutmakla) ile malul olmanın, doğal olarak, millet ve fert
bazında üstlenilen görev ve sorumlulukları yerine getirmemenin; Milli,
dini ve kültürel (medeni) haklara sahip olmamanın bedeli çok ağırdır.
Ancak, bütün bu müteaddit emanet ve vasiyetlere rağmen, tarih tekerrür
etmiş ve tekrar Vahşi Batı (AB-ABD) galibiyet yoluna girmiştir.
Bu gün, Cumhuriyet, bütün bu hakikatlerden gafil, dalâlet, ihanet ve
nisyan ile malul ve tam bir akılsızlıkla hıyanete mütemayil üç kesimin
tehdidine maruzdur kalmıştır.
Bunlar:
1.. Türk milletini dinden, imandan ve Kuran'dan uzaklaştırmak
isteyenler.
Bunlar: Sözde lâiklik söylemi (maskesi) ardına gizlenerek ve 'çağdaşlık'
kisvesine bürünerek milli-manevi ve kültürel değerleri yozlaştırıp, yok
etmeye kalkışanlar; AB ve ABD' ye başka halka başka konuşarak millete
apaçık yalan söyleyerek aldıkları oy'a, verdikleri söze ihanet edenler;
Atatürk'ün, bir daha ebediyen açılmamak üzere kapatmış olduğu Mason
localarını, misyoner okul ve kolejlerini yeniden açanlar; Atatürkçülüğe
materyalist bir elbise biçerek, O'nun lâiklik anlayışını din düşmanlığı
gibi göstermek suretiyle halkı milli, ilmi, tarihi, kültürel-kök
değerleri ile manevi mukaddeslerinden koparmaya-uzaklaştırmaya
çalışanlar; Türk, İslâm ve insanlık düşmanı kapitalist ve emperyalist
unsur ve uşakların emirleri doğrultusunda namuslu, onurlu, iffetli ve
soylu ASİL Türk kadınını rencide etmeye, başörtüsünü yasaklamaya,
fahişeliğin önünü açmaya, namus ve fazilet-iffet anlayışını yok etmeye;
Aileyi yıkmaya, Milli Eğitim, Milli İktisat ve Milli Savunma gibi en
temel kurumları yok etmeye, insanlarımızı hırsız, yolsuz, onursuz,
soysuz, ilkesiz ve sorumsuz birer kul, uşak ve köle haline getirmeye
uğraşanlardır.
Bunların diğer gruplarla ortak-benzeşen özelliği: İnsan Hakları, Adalet,
hukuk, eşitlik gibi insani, İslâmi evrensel-yükselen değerleri asla
sevmeyip, kesinlikle tasvip etmemeleri' dir. Tıpkı küresel eşkıya gibi,
her türlü haksızlık, yolsuzluk, gasp, irtikap, kayıt dışı ekonomi, kayıt
dışı siyaset ve gizli anlaşmalara bayılırlar ve bütün bu insanlık, ahlâk
ve hukuk dışı uygulamaları "demokrasi ve çağdaşlık" adına yaparlar.
Ayrıcalık, yasal koruma ve imtiyaz başlıca zırhları ve ezeli
silâhlarıdır. Halk için devlet değil 'devlet için halk' tezini
savunurlar.
2. "Milli Devlet" yerine 'milliyetçi, (parçalı) üniter devlet' söylemini
öne çıkaranlar.
Bunlar: Asırlardır kaderde, kıvançta, elemde, kederde, tasada ortak, et
ve kemik gibi birbirine bağlı, İstiklâl Savaşını birlikte kazanan,
devleti kuran ve cumhuriyetle taçlandıran, binbir türlü kıtlık,
açlık-yokluk, sefalet, taassup ve sefalete rağmen 'yüksek bir
onur-erdem, fazilet-feragat, birlik ve beraberlikle' ülkeyi bu günlere
taşıyan insanları aralarına nifak tohumları atarak, fesat sokarak,
anarşi, bölücülük ve terörizme çanak tutarak "Evet, bu ülkenin etnik
sorunları vardır" diyerek, milleti parçalamak ve bölmek isteyenler; Ana
dil, kültürel farklılık, bölgesel ayrılık, ekonomik-demokratik ve sosyal
farklılık gibi söylemler ile buna dayalı eylemler yoluyla milli birlik
ve beraberliği parçalamaya, ülkeyi bölmeye niyet ve teşebbüs edenler; Bu
amaçla dış güçlerle ittifak ve işbirliği yapanlar, bir yandan milliyim,
"milliyetçiyim" derken, diğer taraftan AB'ye 'ilkeli ve onurlu bir
katılımdan' bahsederek, her türlü talep ve tavizin altına imza
atanlar,menfur amaç ve şahsi çıkarları uğruna düşmandan medet umanlar;
Demokrasi yerine, despotluk ve diktatörlük yanlısı olanlar, esas
itibarıyla
'kitle partisi' olması gereken 'devletin ve demokrasinin vazgeçilmez
unsurları' siyaset kurumlarına parti sahipliği ve sulta geleneğini
sokanlar, sözde 'derin devlet' yalanı üzerine, devleti ve milleti soymak
için örgütlü çete ve mafya tipi teşekküller oluşturanlardır.
3. Milli Devlet ilke ve akidesini, Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşam
boyutundan çıkartıp atarak, 'ümmet' bilincini aşılamak suretiyle; Din
tüccarlığını hâkim kılmak isteyenler.
Bunlar: Birinci grupta yer alanlarla çok derin bir ilişki ve işbirliği
içinde olanlardır. Bir yandan 'din elden gidiyor' diye bas-bas
bağırırlar, diğer taraftan İmam Hatip Okullarını ve Kur'an kurslarını
kapattırabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Çünkü,
arı-duru, saf ve temiz din boyutu bunların işine gelmez. Halk, Hak'ın
dinini-ilmini bilmesin, Türkçe
Kur'an (meal) okumasın, Türk-İslâm tarihi, kültür ve medeniyetini
öğrenip aydınlanmasın, bilinçlenmesin, yaratana değil sadece ve sadece
kendilerine kul-köle olsun isterler. Hakikat değil hurafe yanlısıdırlar.
Dinli (dindar) değil, dinci (din tüccarı) dırlar. Dini alet ve istismar
ederek yapamayacakları soygun-vurgun, gasp, sahtekârlık, riyakârlık,
yalancılık ve takiyye yoktur. Aslında dinleri imanları paradır. Dini
siyasete alet etmede son derece mahir, fakat, dinin emirlerine
uymada-uygulamada bir o kadar tembel, yalancı ve iki yüzlüdürler. Bir
numaralı din düşmanı masonluğu serbest bırakmakta veya misyonerliğin
önünü sonuna kadar açmakta beis görmezler. Özlem duydukları dönem:
1739-1908 arası Osmanlı'nın gerileme ve
çökme-yok olma-yıkılma dönemidir. Amaçlarına ulaşabilmek için ABD ve AB
dahil olmak üzere; Tıpkı Vahhabiler gibi kefere ile işbirliği yapmaktan
kaçınmazlar. Yeter ki cepleri dolsun, insanlar madden ve manen
sömürülsün onlar için yeter.
İşte, ATATÜRK, bu nedenle 'dinin siyasete alet edilmesini' kesin olarak
yasaklamıştır.
Şimdi de bu yasak mutlaka şiddetle uygulanmak; Ve fakat DİN,
üniversiteler dahil bütün okullarda ve mümkün olan her vasıta ile halka
öğretilmek zorundadır. Aksi takdirde, süratle yürüyen ve büyüyen
tehlikenin önüne geçilemez.
İşte, bunlara aldanmayalım ve lütfen, asla kanmayalım.
Milli devlet; "Türk milletinin 'mâşeri vicdanı' olan Mustafa Kemâl
ATATÜRK ve Kemalizm'e" göre: Türk medeniyetinin esas, usul, kültür ve
medeniyet ilkeleri ile karşılıklı menfaat, adalet ve hukuka dayalı
olmak, 'devlet halk için vardır, insanı yaşat ki devlet yaşasın'
ilkesini benimsemek, masum insanlar ve mazlum milletler dahil olmak
üzere; Öncelikle Türk Milletinin hak ve hukukunu gözetmek kaydı-şartı ve
ön koşulu ile "DÜNYA DEVLETİ" olmayı, başka bir deyimle "globalleşme ve
küreselleşmeyi" reddetmez. Yeter ki, insanımız ve milletimizin lehine
hüküm yürütülsün ve asla "kayıtsız şartsız, hürriyet, hakimiyet ve
hükümranlık" hakkından taviz verilmesin. Vazgeçilmesin. İşte mesele
budur.
Yani: Kitaba sarılmak, sahiplenmek ve onu yaşamak tek ve yegâne çaredir.
Bâtıl da, muharref de olsa, AB ve ABD kendi inandıkları kitaba ne kadar
sadakat ve samimiyetle sahip çıkıyor ve ha bire 'haçlı seferleri'
düzenliyor. Görmüyor musunuz. Kör müsünüz yoksa ! Bunun adı: Madde ve
manâda bütünlüktür işte...
Konuyu ve bölümü merhum Yahya Kemal'in şu hatırası ile sonlandırmak
istiyorum:
Lütfen, ibret ve dikkatle okuyalım.
". Bu günkü Türk babaları (İstiklâl Savaşını kazananlar, destan
yazanlar) havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde
doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu.
Evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler.
Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur'an sesini
işittiler.
Bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı (Kur'an-ı Kerimi) indirdiler, küçük
elleriyle açtılar gül yağı gibi (mübarek/mukaddes) bir ruh olan sarı
sahifelerini kokladılar.
İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler.
Kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları
atılırken sevindiler.
Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler.
Camiler içinde şafak sökerken Tekbir'leri dinlediler.
Dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler."
OYSA;
". Medenileşen üst tabakanın çocukları, ezansız yeni semtlerde alafranga
terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar."
". Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum.
Bayramda, bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının
gecesinde (ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin yaşadığı bir yerde) sabah
namazına kalkılır mı?
Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım.
Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahalle içindeki sakit (susan,
ses çıkartmayan) yollarından kendi başıma camiye doğru gittim.
Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. .
İçim hüzünle dolu yavaş yavaş (minbere doğru) gittim.
Vaazı, benden başka diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum.
Kardeşlerim Müslümanlar bütün bütün cemaatın arasında yalnız benim
vücudumu hissediyorlardı.
Bizden başka kimse yoktu.
Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum."
". Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük.
O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında
anne (ANA-ESAS) millete tekrar dönebiliriz.
Fakat minaresiz, ezansız ve Kur'ansız semtlerde doğan, Frenk (ÇAĞDAŞ !)
terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri
hatırlayamayacaklar. "
Tekrar ediyorum:
Mesele: Milli değerler ve manevi mukaddeslere kıskançlık derecesinde
bağlı olup, sahip çıkmaktan ibarettir. Kur'an'ı ve İslâm'ı dosdoğru,
bütün sadeliği ve güzelliği ile 'milletçe' yaşamaktır.
Ayrıca, Çanakkale ve Kocatepe rûhunu canlı tutup, daima dipdiri, iri
olmak ve dipdiri kalmaktır.
Yani; Madde ve manâda imtizaç ederek "Milli birlik ve bütünlüğü"
sağlamaktır.
İçinizde Büyük Önder ATATÜRK'ÜN son vasiyetini bilen var mı ?
Yoksa buyrun. Onu da yazayım.
Atatürk vefatından on beş gün evvel Dolmabahçe Sarayında hasta yatarken,
zamanın hariciye vekili ve başbakanına:
"İslâm alemine mesaj veriyorum, bildirin" demişti.
Ne yazık ki bildirmediler!..
Dünyaya bildirilmesini istediği gerçeği o büyük insan şöyle
yazdırıyordu.
***
Bütün dünya Müslümanları!
Allâh'ın son peygamberi Hazreti Muhammet (s.t.a.v.)'in gösterdiği yolu
takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli!
Tüm Müslümanlar Hazreti Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket
etmeli!
İslâmiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli.
Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.
***
Bu olayı ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, Atatürk ve Din
Eğitimi (Ahmet Gürtaş) kitabında bütün şahitleri ile görebilir ve
öğrenebilirsiniz. Aynı kitapta üçüncü hatıra.)
Sonsöz: "Cenab-ı hak müttehid, mütesanid çalışan, şeref ve namusunu
muhafaza eden kavimleri mes'ud eder. Biz de, bundan evvel olduğu gibi,
bundan sonra da, bu ittihad bu tesanüdle çalışırsak Allah'tan böyle bir
saadeti haklı olarak intizar edebiliriz." (6)
"Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni
takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve
asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize
durmadan, yorulmadan yürüyecektir. " Mustafa Kemal ATATÜRK
1. David Lloyd George (1936-1945) İngiliz devlet adamı. 1916-1922 dönemi
İngiltere Başbakanı.
2. Ansiklopedi Wikidepia, (Sabri TANDOĞAN, Gönül Sohbetleri,
25.08.2006-Ankara)
3. Küresel Almanak, Tanı Yayın-Ankara, 2006
4. Mustafa Kemal Atatürk, 6.Mart.1922 - TBMM Konuşmaları,
5. Prof. Dr. Hanif Faruk, Urduca Yayınlarında Atatürk, An. Ün. Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1979, s. 102
6. Atatürk'ün S. ve Demeçleri, II/161; Bkz. Komisyon, Atatürk'ün
Afyonkarahisar ziyaretleri, s.64
AYRICA: Atatürk'ün Kur'an Kültürü, Yrd. Doç Dr. Abdurrahman KASAPOĞLU-İlgi
Yayınları